18. 1001 FESTİVAL AFİŞİ
FESTİVALİ TAKİP ET!

“Belgesel haksızlığa, adaletsizliğe itiraz edebildiğim bir alan”

umit_kivancYazar ve yönetmen Ümit Kıvanç, Naze, 16 Ton, Ağlama Anne Güzel Yerdeyim gibi belgeselleriyle Türkiye’deki muhalif sinemacılığın en önemli temsilcilerinden biri. Yeni Zelanda’daki adamın da seyredebilmesi için filmlerini internete yüklediğini söyleyen Kıvanç, belgesel sinemacılığı anlattı.

Belgesel yapmaya neden-nasıl başladınız, önceden de yazan, çizen biriydiniz, nasıl bir anlatım ihtiyacı doğdu da belgesel yapmaya karar verdiniz?
Gazetecilik yapıyordum, hikâye-roman yazıyordum, gençliğimden beri fotoğraf çekiyordum… Bunlardan sinemaya doğru gidebilmeyi istiyordum. Belgesel benim için becerebildiğimi sandığım her şeyi birleştiren bir alan oldu. Çünkü aynı zamanda solcu-muhalif bir insanım ve toplumu, dünyayı değiştirebilmek diyemesek de… O çok iddialı kaçacak, en azından haksızlığa adaletsizliğe itiraz mahiyetinde işler yapmayı istiyordum. Kısa filmlerle başladık, bir ekip oluşturmaya çalıştık, bu da yürümeyince belgesele yöneldim. Öyle düşüne taşına olmadı.


Her filminiz kendine has bir estetik duygusu oluşturuyor. "Naze" ve "16 Ton" filmlerinde de bunu görüyoruz. Bu süreç nasıl oluyor, planlayarak mı yapıyorsunuz yoksa filmin konusu kendi içerisinde ve filmi çekerken mi gelişiyor?
Teşekkür ederim. Böyle bir manzara çıkıyorsa bu iyi bir şey. Aslında bu bir arayışın sonucu. Yani şöyle şöyle olsun diye, hatları çizilmiş, tanımlanmış estetik bütünlükler tasarlayıp onları uygulayabiliyor değilim. Konunun kendisi bir tür çekimi, bir tür kurguyu, renkleri, tempoyu, tarzı oluşturan unsurları insanın önüne uzatıyor. "Ciddi konudan bahseden belgesel asık suratlı ve sıkıcı olur" yargısına büyük tepkim var. Bu yüzden de yeni yeni yollar arıyorum. Bu konuda içimi rahatlatan, “Kızlar ve Kökler” filmim oldu. Klip gibi, nefes aldırmamacasına yüksek tempolu kurguladım, doğal seslerden deforme, tuhaf müzikler yaptım, baktım, bal gibi oluyor. Bu bana cesaret verdi.


Bir süredir ürettiğiniz filmleri direk Vimeo'ya yüklüyorsunuz ve işlerinizin izlenme oranı binlere ulaşıyor. Sizin için sinemanın kolay ve herkes tarafından ulaşılabilir olması önemli mi? Filmlerinizi sosyal medyada yayınlama kararını nasıl verdiniz?
Filmleri internete yüklemek, düşünerek taşınarak aldığım bir karar. Yıl içerisinde üç-beş gösterim yapılacak da filmlerimizi orada yüz-iki yüz kişi seyredecek diye didiniyorduk. Zaten para kazanabildiğimiz yok ki. TV’ler filmlerimizi göstermiyor. Festival kovalamak, yarışmalara girmek, başlı başına bir iş. Birini tutsan zamanı dolar yani, üstelik çok yıpratıcı. İnternete koymak demek, Yeni Zelanda'daki adamın da seyredebilmesi demek.

Ben daha önce gecetreni.com aracılığıyla isteyene yolluyordum filmleri zaten. VHS döneminde başlamıştım, boş kaset gönderene istediği filmi kopyalayıp yolluyordum. Sonra DVD'lerle devam ettim. Boş DVD gönderiyorlardı, doldurup gidip postaneden geri gönderiyordum. Bu da kendi çapında bir mücadeleydi işte. Bir cins bağımsız dağıtım ağıydı, azıcık abartarak söyleyecek olursak. Sonrasında belgeselin dağıtım alanlarının kısıtlı olması, nasılsa para kazanılamıyor durumuyla bende internete koymaya karar verdim, böylece isteyen istediği zaman istediği kadar seyredebiliyor. Devir bu. Ayrıca, Roboski filminden para mı kazanacağım? Bir para kazanılacak olsa o insanlara iletirim zaten. Böyle filmler yapıyorsan para kazanma ihtimalin de pek olmuyor. Evet, bu filmler arasında yüz binleri bulan Ahmet Kaya filmi var, onun dışında birkaç film de 30 ile 80 bin arasında. Tabi bunları başkaları da alıp, yani çalıp kendi sayfalarına falan koyuyorlar. Youtube'da, hatta Vimeo'da benim filmlerimin çalınmış kopyaları dolaşıyor. Zaten ücretsiz seyredilebilen bir şeyi sırf tık almak için çalıyorlar, anlamıyorum, ama engel olunacak bir durum değil, ne yapayım.



“Eğlenceleri görünce Roboski ile ilgili bir şey yapmalıyım dedim”

Yaptığınız filmlerin konularına baktığımızda "Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya, Hrant Dink, Roboski/Uludere Katliamı" üstüne, aslında baktığımızda herkesi etkileyen ve bir yandan üzerine doğru düzgün konuşamadığımız toplumsal olaylar, buna verdiğiniz refleks ve bu konulara ilgili olan filmlerinizin süreci nasıl başlıyor?


"Bir şey yapmam lazım" diyorum ve becerebilirsek harekete geçiyorum. Görev gibi kabul ediyorum. Ama genel olarak baktığında hiç birinde aynı olmadı aslında. Mesela “Kızlar ve Kökler” Enver Özkahraman aracılığıyla öğrendiğim bir kilim atölyesiydi. Köyleri boşaltılan ailelerin kızları orada çalışıyorlardı. Ben de duyunca bunun üzerine bir film yapalım, insanlar zaten kilim alıyorlar gidip buradan alsınlar, bu sayede kilim satılır dedim ve çekmeye başladık. Gidip güzel bir film yapayım diye çekmedim. Hatta bir gösterimde birisi bana “Ya bu tanıtım filmi olmuş” dedi, bende, “Öyle yaptım” zaten dedim. Tabii ki bir film çekiyorsan, insanların önüne koyuyorsan o iyi, güzel bir film olmak zorunda. Tamam, ben atölye tanınsın diye yaptım ama içerik, plan her şeyiyle uğraştım. Filmin gösterimlerinden sonra kızların kilim atölyesine hiçbir faydası olmadı. 10 yıl sonra Servet Bey diye biri, ilginç bir iş adamıdır, internette filmi görüp Van’a gidiyor, Enver Abi’yle tanışıyor ve 5 atölye daha kuruyorlar. Acayip işler geliştirdiler ve atölye bambaşka bir hale geldi. Filmi yaparken amaçladığımız şeyin katmerlisi oldu ama 10 yıl sonra oldu. Tabi ki benim filmimdeki kızlar evlenmişti, çocukları filan vardı. Onlara bir faydası olmadı ama öyle binlerce kız var, ötekilere faydası oldu.

Kazım filmi bambaşka, Kazım’ı uzaktan izliyorum aşırı hoşuma gidiyor yaptıkları, gidip tanışayım, ortak işler yapalım biz filan derken hasta olduğunu öğrendim. O adamın değil ölmek, ateşinin bile çıkacağına inanmadığım için, öyle bir canlılık var ki adamda, dedim atlatır nasıl olsa o zaman giderim. Sonra çeşitli haberler duyuluyor, durumu iyiye gidiyor gibi, bir gün pat diye öldüğünü öğrendim. Sabaha kadar oturup ağladım, tanımıyorum da adamı, bir yandan kendime diyorum ‘adam benim arkadaşım değil’ ama öyle bir his var ki içimde… Onu seven insanları nasıl sevdiğini görünce, seyircisiyle nasıl bir ilişki kurduğunu anlayınca ve tabi Türkiye’yi biraz tanıdığım ve onun da unutulacağını düşündüğüm için ondan kalan bir şey yapmak istedim. Sonunda 3,5 saatlik bir film çıktı. Daha sonra çıkan DVD’nin gelirlerini de “Umut Çocukları Derneği”ne bağışladık. Dernek için ciddi sayılabilecek bir para aktarılmış oldu o yüzden çok ta mutluyum, memnunum.

Hrant Dink’le ilgili filmin süreciyse bambaşka, Hrant’la ilgili bir gece yapacaktık, illa olayı anlatan bir film yapalım dediler. Ben başta çok az zaman var, yetişmez derken malzemeleri toplamaya başladım ve bir metin çıkardım. Sonra teknik açıdan metni okutarak bir izlek oluşturmaya karar verdim. İlk sene toparladım arşivleri eklemeye çalıştım ama asıl film ikinci sene oldu. Hrant’la ilgili mahkeme süresince, adalet arayışını göstermek için her yıl yapmaya karar verdik. Fakat üçüncü yılda anladık ki bu tamamen devletin işi ve bir yere varmayacak. Sonrasında artık devam etmedim. Zaten filmin içerdiği olgular dışında, çok kayda değer bir şey çıkmadı. İşte dediğim gibi filmin asıl hareket noktası “Hrant’ın Arkadaşları” adını sonradan alan grubun geceyi düzenleyecek olması ve orda bir şeyler gösterelim demesi.

“16 Ton” ben Cumhuriyet’te çalışırken (1980’ler de) birkaç maden haberine gittim ki kaza olmadan önce de gittim çünkü madenciler meselesine çok takığım ben. Biz solcuların böyle madenci mitosu vardır. Çünkü dünyada şöyle bir şey var, kendi yaptığı işle ilişkisi en dolaysız ilişkisi olan ve aynı zamanda en örgütlü olan, işçi mücadelelerine en destek veren gruptur maden işçileri. Hâlbuki gidip gördüğün zaman işçi sınıfı kahramanı değil, yerin altında çalışmak zorunda kalan çok kötü durumda insanlarla karşılaşıyorsun ve iş başka bir yere gidiyor. Ben o noktadan sonra çok takılmaya başladım. O dönem çektiğim çok fotoğraf vardı, onların hepsini bir araya getirerek, kolajlayarak bir şeyler yapmaya karar verdim. Derken bir buçuk sene boyunca üstüne uğraştım ve “16 Ton” filmini hazırladım.

Aglama_Anne_Guzel_YerdeyimSon olarak bu yıl 17. 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında da gösterilecek olan “Ağlama Anne Güzel Yerdeyim” belgeseline gelecek olursak Roboski olayı oldu beni asıl mahveden iki gün sonra yılbaşı ve o sokak eğlenceleri, o çok korkunç bir şeydi. Bunu görünce muhakkak bir şey yapmalıyım dedim. Mazlumder’i aramaya karar verdim. Yattım, sabah bir telefonla uyandım, Reha Ruhavioğlu arıyor, dedi ki “Hocam gelin Roboski ile ilgili bir şeyler yapalım”, bende Mazlumder’i arayacaktım zaten diyince bağlantıya geçtik. Hem kendi aramızda organize olabilmek için hem de insanların acısının üzerinden biraz zaman geçsin, bu olayı konuşabilsinler diye beş ay geçtikten sonra çekime gittik. Bu kadar travmatik bir olay üzerine konuşmakta zor.



Türkiye'de belgesel sinemayı nereye oturtuyorsunuz, bu bağlamda 1001 Belgesel Film Festivali sizin için ne ifade ediyor?
Türkiye'nin belgesel sinemaya çok ama çok ihtiyacı var. Fakat Türkiye bunun farkında mı? Değil. Televizyonlar bizim belgeselleri, elbette bedelini ödeyerek, göstermedikçe, biz de uluslararası standartlarda ve bugünün izleyicisinin ilgisini çekecek, ayakta tutacak, çok sayıda kaliteli film yapmadıkça durum değişmez. Yine de, meselâ festivale gösterilen ilginin hiç fena olmadığını düşünüyorum. Belirli bir belgesel seyircisi var. 16 Ton gibi bir filmi internette yaklaşık 100 bin kişi seyretti. Bu az şey mi? Belgeselcilerin internette sürekli, istikrarlı ve geniş kapsamlı yayın yapması gerektiğini düşünüyorum.

Bunun dışında hem değinmek istediğim hem özeleştiri sunmak istediğim bir şey, Türkiye’deki belgesele dair şöyle temel bir derdim var, BSB’de de bunun tartışmasını yapan kişilerden biriyim. Bizim işlerimizde onların(imgesel sinema filmleri-reklam filmleri) ki kadar kaliteli olmalı. Biz çok önemli bir konuyu çekiyoruz, Faili Meçhul cinayetlerden bahsediyoruz, çektiğimiz şey çok iyi olmayabilir, yok öyle bir şey. Birincisi sen kendini kandırırsın bununla, kimseyi kandıramazsın. Bizim filmlerimizde imgesel filmler kadar kaliteli olmalı. Birde eskiden çok büyük para pul işiydi, şimdi öyle değil ki. Vimeo’da neler var, çok küçük kameralarla çekilmiş dahiyane/olağanüstü filmler var. Gözümüzü dikmemiz gereken şey o kalite olmalı. Belgeselcilerin bir kısmında maalesef şöyle bir şey var “Ben çok haklıyım, insanların dertlerini konu alıyorum dolayısıyla bir çocuğun çekeceği özensizlikle çekebilirim” gibi, yok öyle bir şey.

1001 Festivali hakkında nesnel konuşmam zor. O bizim bir olayımız, seviyorum. Keşke para pul bakımından başka imkânlar olsa, daha geniş yapabilsek, güzel kaliteli filmleri ikişer üçer kere gösterebilsek. Festival, bugüne kadar yaşatılabildiği için bile başlı başına bir değerdir. Az sayıda ama ilgili seyirciyi memnun edebilmek de önemli bir şey. Umarım hepimizden uzun ömürlü olur.



Röportaj: Dilan Kaya

DUYURULAR
bsb_logo.png© 2015 18. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali | Belgesel Sinemacılar Birliği